20100324

Shit

İsmail, getir götür işleri yaparak girdiği şirkette bir şekilde ofis işlerine yükselmiş, ve kendi halinde çalışıp gitmekteydi. Konumu ona oldukça yeterli geliyordu, tabii ki parası değil, bu dünyada ne kadar para kime yetebilir ki? İsmail'in tek derdi, haftanın beş günü gittiği ofisten çıkıp akşam hanımının ve çocuğunun yanında, evde vakit geçirmek, ne kadar ufak ve mutlu bir ailesi olduğunu bir kez daha içinden tekrarlamak ve Allah'ına şükretmekti. Şirkette belli bir arkadaş grubu vardı ve onlarla yaptığı sohbetler aşağı yukarı aynıydı, değişmiyordu. Onlarla haftanın en az bir günü mutlaka ama mutlaka askerlikten konuşur, yemeklerindeki lezzet oranları, komutanların insanlık seviyeleri, bulundukları yerin iklim ve coğrafi koşulları hakkında tartışmalara girerdi.

Barış, İsmail'in o ufak arkadaş grubu içindeki elemanlardan biri. Özellikle İsmail başta olmak üzere, hemen hemen hepsine aykırı fikirleri olan, askerliğini yapmadığı için konunun oraya gelmesinden rahatsız olup değiştirmeye çalışan ofis elemanı. Ama bir türlü o içindeki aykırılığı dışarıya vuramamış, içindekileri dökeceği ortam yakalayamamış, televizyon karşısında haberlere söven adam olma yolunda emin adımlarla ilerlemektedir Barış. İsmi Barış'tır ama, kendisi hayatla barışık değildir. Çok güleryüzlü, insan ilişkileri iyi gözükür, akıllıdır her konuda fikri vardır, yaşayıp gidiyor gibi görür onu gruptaki arkadaşları.

Mehmet Bey, İsmail'in müdürü. Şirkete yeni gelmiş, daha en başta tipten kaybeden biridir. İçindeki negatiflik tipine mi yansımıştır, yoksa insanların şekilciliği midir bilinmez. Fakat bir negatiflik olduğu kesindir kendisinde, tipi iyi ya da kötü. İlk başta her yeni gelenin yaptığı gibi etrafı süzüp, insanlar hakkında bir fikir sahibi olmuştur. Bu kadar zeki olmasaydı, nasıl müdür olurdu ki? Etrafı süzme işi kendince bittiğinde ise, harekata girişmeye karar vermiştir. İlk hedef, diploması olmayan, düz adam İsmail'dir. İlk baştaki ufak tefek giydirmelerden sonra, bombayı patlatmış, İsmail'in yüzüne, onun masasında diplomalı insanların oturması gerektiğini söylemiştir. İsmail olayın şokunda, ne olduğunu anlamadan düşünmeye başlamıştır bile.

Barış bir gün İsmail'e bir konuda yardımcı olmak için yanına, onun bulunduğu ofis bölümüne gider. Bilgisayar başında bir şeyler ile uğraşıyorlardır. İsmail'in müdürü Mehmet Bey de, kısa bir süre sonra odaya girer ve İsmail ile aynı departmandan iki ofis arkadaşı ile iş konuşmaktadır.

Mehmet Bey, bir konuda sinirlenmiş yine konuyu diplomaya getirmektedir;

-"Ya arkadaşlar, zaten bu masalarda diplomalı, işinin ehli, prezentabıl, yaptığım anglo-sakson esprileri anlayacak arkadaşların olması lazımken, bir de siz işi yokuşa sürmeyin olmuyor böyle."

Departman müdürü Mehmet Bey ve diğer iki kişi arasındaki konuşma, kavga seviyesinde olmasa da (müdürle kim kavga edebilir ki, o azarlar ancak) ses oranı yükselmiş, Barış ile İsmail'in duyacağı kıvama ulaşmıştır. Mehmet Bey, hızını alamayıp mevzuyu genele çekmekte, şirketin ne kadar profosyonelleşmesi, kurumsallaşması hakkında patronlara vermesi gereken önerileri oradaki elemanlarına ve şanssızlık eseri orada bulunan Barış'a vermeye başlamıştır.

Derken saatte 180 km hıza ulaşmak üzereyken, mesela der;

-"Mesela Barış arkadaşımız, bildiğim kadarıyla onun da tam bir üniversite lisans sertifikası yok. Onun departmanında da en az bir tane mühendislik seviyesinde çalışan olmalı, yol göstermeli zekasıyla."

Konuşmaya devam eder Mehmet Bey fakat o son kelime Barış'ın kafasında yankıya girmiştir bile "zekasıyla, zekasıyla, zekasıyla, zekasıyla". Barış zekasına laf ettiremez, isyan eder içinden, sonra ulan der, yeter artık kimin haddine ve lafa girer, "bir dakika Mehmet Bey der", "hangi hakla zekama laf ediyorsunuz". İkili karşılıklı tartışmaya başlar. Mehmet Bey, kendisini her konuda uzman bir bilir kişi edasında o konuda haklı olduğunu vurgulamaya çalışmakta ısrar eder, halbuki Barış'ın derdi başkadır, onun diplomasına, hayattaki şansına değil, zekasına laf edilmiştir, bu bir hakarettir. Islarla konuyu oraya getirip zekasına laf edilemeyeceğini anlatmaya çalışır mümkün olduğunca sert ve o hakaret edilen zekasını kullanarak. Feodal dönemden girip, Türkiye'nin sanayi devrimi yaşamamış bir üçüncü dünya ülkesi olmasından çıkmıştır çeşitli giydirmelerle. Mehmet Bey'i o hakaret ettiği zekası ile yerle bir etmiş, kıpkırmızı biçimde odasına postalamıştır. İsmail ve diğer iki ofis elemanı şok içinde, vay anasını der gibi Barış'a bakıyordur, Barış da ofisine döner.

Olaydan birkaç saat sonra, akşam iş çıkışına çok kısa bir süre kalmıştır, etrafta bir ölüm sessizliği. Olay daha duyulmamış. Şirketin insan kaynakları müdürü gelir, Barış'ın yaptığı terbiyesizliğin haddi hesabı olmadığını belirtir, ve çıkışını verdiklerini beyan eder. Kovulmuştur.

20100316

Elektrik Alamadım




Akşamları eve gelince televizyonda muhtemelen izdivaç programları devam etmiş oluyor. Geçenlerde, dolanıyorum evde, gözüm ilişti televizyondaki diyaloğa. Bir kadın var, ne çirkin ne çok afet(yani güzel değil işte, aman!), arada paravan, diğer tarafta bir adam, ve çekirdek çitleyerek olacakları izleyen televizyon sunucusu! Paravanı açıyorlar, şok şok şok flaş flaş flaş. Kadında büyük bir hayal kırıklığı. Ne bekliyordun bacım, beni mi? Suratı düştü kadının, saçına beyazlar indi, aman ALLAHım öyle böyle değil. Kadının sonraki konuşması, ilk andaki tepkisinden daha da aşağılır.

Sunucu: Noldu kız aaa?
Hoşnutsuz kadın: Eee yok yok. (eliyle aman aman olmaz işaretleri)
Sunucu: Ne yok ayol?
Hoşnutsuz kadın: Eee yok istemiyorum.
Sunucu: Neyi istemiyorsun işte aaa bak bak.
Hoşnutsuz kadın: Elektrik alamadım ben.
---Adam bu sırada izliyor olanları ayakta---
Sunucu: Olsun bir şans ver konuşun edin falan filan bıdı bıdı...
---Ulan desene, tipini beğenmedim, çekici değil, seksemem bununla falan---
Hoşnutsuz kadın: Yok konuşmaya da gerek yok elektrik alamadım geçelim.

Böyle bir diyalog. Sonra adamı postaladılar tabii. Kadın açık açık tipim değil diyemedi, çünkü niye? Çok namuslu da ondan. Tipim değil ne demek, sen insanların tipiyle mi evleneceksin, iyi huylu, iyi koca olsun, biraz parası olsun yeterli değil mi canım. Hem tipim değil derken, ne demek istiyorsun? Başka şeyler için mi bakıyorsun sen erkeklere yoksa, eyvah eyvah, sekslemeyi mi düşünüyorsun, ay ay ay dostlar koşun edin takla atın.

Sapıttım, bu da böyle bir anımdı işte, geldiiiiiii geçti. Ha bir de şu var, kelimeler yetmez duruma, ya da ben kabiliyetsizim;

20100312

Facebook


En mutlu günlerimi ilkokul zamanlarımda yaşadım, bir daha da o huzurun yanına yaklaşamadım. En temiz arkadaşlıklarım ilkokuldaydı hep. Hesapsız, kitapsız, samimi arkadaşlıklar... Çocuktuk, hiçbir menfaati göz önünde bulundurmuyorduk arkadaşlık kurarken, tek istediğimiz neşemizi paylaşmaktı. Göz göze gelip hep beraber ‘zil çaldı zannettik’ numarası yaparak dersin ortasında bahçeye kaçıp futbol oynamak bugün bile unutulamayan bir mutluluk verebiliyordu. Tertemizdik.

En yakın arkadaşla aynı kıza aşık olur, ‘’önceliği’’ birbirimize bırakırdık. Sevinirdik de buna, arkadaşlığımızı pekiştirmiş olurduk bir yerde. Birbirimize o kadar benziyoruzdur ki, aynı kıza aşık oluyoruzdur. Tabii nasıl davranırsak davranalım, o tertemiz aşkımızı da gömemezdik içimize. Birinci sınıfta, Tuğçe’nin Anıl’da kaldığı gün kendimi zorlayıp ağlamıştım, ne olacaksa artık! Aşk dedik, oradan devam edelim. Platonik aşklarımız vardı o zamanlar, hesapsızdı. ‘’Birbirimize ne kadar çok benziyoruz Ata.’’ lafı, söylendiği güne kadar duyduğum en mutluluk verici cümleydi bir zamanlar. ‘’Beni seviyor musun? Onu hâlâ unutmadın değil mi? Neden aramıyorsun?’’lar yoktu o zaman, saatler süren bıkkınlık verici telefonlar yoktu, kafamız rahattı. Muhtaç değildik birbirimize, tertemizdik.

Doğumgünlerimiz olurdu, sınıfça giderdik birbirimizin evine. Her zaman evde yapılmazdı bu doğumgünleri, McDonalds’ta da olurdu. Her hafta birinin doğumgünü olurdu illa ki. Benimki 5 Ağustos, kutlayamazdım ama bazı çakallar doğumgünü yaza denk gelmesine rağmen okul sezonunun sonuna doğru parti yaparlardı. Bütün arkadaşlarımızın annesini, çok yakın olduklarımızın ayrıca babasını tanırdık. Annelerimiz birlikte gezer, akşamları ailece yemeğe giderdik. Erman’ın annesi Sema Abla benim annem gibiydi. Satranç turnuvasında yanlış hamlemi görür bana sert sert bakardı, mahçup olurdum. Cem’in annesi Handan Abla’yla, Cem’in bizde kalmasına izin vermedi diye küserdim. Genco’nun annesi Gülay Abla’yla oturur muhabbet ederdim. Erman da benim anneme bir şeyler anlatırdı uzun uzun. Önemli hissederdik kendimizi. Tertemizdik.

Sonra telefonla konuşurduk her gün saatlerce, bıkmadan. Eve gelir gelmez önce dünyanın en ilginç çocuğu Eko’yu arardım. Kendisini dinazor zanneden, sudan korkup sadece Çarşamba günleri suyla temas edebilen Eko’yu... Kafası vücudundan büyük Eko’yu... Saatlerce futbol ve futbolcu kartlarından konuşurduk veya saçmalardık: ''Bil bakalım şu anda ne yapıyorum Eko? Hayır bilemedin, fındık ezmesi yiyorum. Ah ulan ilk kaşık düştü!'' Konuşmamız bitince ahizeyi dahi yerine koymadan telefonun tuşuna basar, Ahmet’i arardım. Numarası hâlâ aklımda. Bir uzun futbol muhabbeti de onunla tabii... Beşiktaşlı ve Bayern Munchenli Ahmet’le... Eko’yu da aramıza katarak üç kişi matematik dersinde yıldız savaşları yaptığımız Ahmet’le... Yıldız savaşları dediğim de şu; her probleme bir yıldız verirdi sınıf öğretmenimiz Ayhan Keray, biz de en çok yıldızı kim alacak diye kapışırdık. Ahmet çalışkan çocuktu, Eko da sessiz sakin bir tip. Ben sınıfın yaramaz veledi olarak onlarla yarışmaktan mutluluk duyardım. Ne güzel bir yarışmış aramızdaki. Yarış da değil aslında, yapamadığımız sorularda birbirimize yardım da ederdik. Tertemizdik.

Hepimizin iki, Ahmet’in üç, kafasını çıkarsan Eko’nun dört katı büyüklüğünde olmasına rağmen her gün okula ağlayarak gelen Reha; ‘’Allah böyle bir şey işte’’ deyip kağıda resmini çizen, Bermuda Şeytan Üçlüsü'nün bir ayağı, bugün hâlâ ezbere bildiğim ''Hıyar Domates Patlıcan'' şarkısını beraber yazdığımız Baran; bildiğimiz ilk Beatles şarkısını (All Together Now) öğreten örnek çocuk, ''Dedemin Şapkası'' adlı eserin beste ve güftecisi (Başka söz yok. Hepsi bu: ''Dedemin şapkası, oo, dedemin şapkası...'') Cem; çok alakasız bir Ocak gününde bana ‘’Senin doğumgünün yaza denk geliyor, hediye alamıyoruz. Al bu Galatasaray eşofmanını sana aldım.’’ diye hediye veren büyük Cimbomlu, Tugay hayranı Genco; hıyar Fenerli, kornerden attığım beşlik gole rağmen mükemmel kaleciliği tartışılmayacak, günde üç öğün Haylayf ve Eti Puf yiyen Tayfun; her gün serviste dövüştüğüm ruh hastası problem çocuk Deniz; en iyi arkadaşım Anıl; temiz çocuk Yunus Emre; tontiş yanaklı Kenan; Naumoski Emre; bana aldığı ‘’Avare Rasmus’’ adlı kitabı gördükçe andığım, tüm sınıfa iki sayfa boyunca her satıra adı ve soyadını yazma cezası verildiğinde beş harfli ad-soyad kombinasyonuyla ahımızı alan Can; beni daha sonra çok sevip kitap hediye eden sınıf öğretmeninin beni tanımadan önce ‘’Onunla arkadaşlık etme’’ diye uyardığı Kaan; ‘’Bebek’’ Alican, ‘’Bilim adamı’’ Tolga ve sağ kolu Erdem; para verip aldırdığımız sporcu kartlarını ‘’köküştüğümüz’’ Oğuzhan; erkek gibi kız İrem; toplumsal değerlere duyarlı arkadaşımız Ayşe; yılbaşı çekilişi sonrası bana aldığı hediyeyi beğenmediğimi anlayıp üzülen Sinem; ilk platonik aşkım Elif; okula gelmediği günler benim için cehennem olan en ciddi aşkım Tuğçe... Duyuyor musunuz? Hepinizi çok özledim ulan! Yıllarca sizi özlemle andım, ah bir görebilsem diye iç çektim. Ne güzel günlerdi onlar be, tertemizdik...

Bir gün geldi, büyük tesadüfler sonucu Genco çıktı karşıma. Mükemmel bir gelişmeydi bu. Genco aynı Genco; fanatik Galatasaraylı, solcu, şair Genco... Aynı yollardan gitmişiz ki, bu kadar yıl sonra hâlâ böyle anlaşabiliyorduk. Bu tesadüf hayat boyu sürecek bir dostluğun kapılarını açtı. Ayrıca Genco Elif’le de karşılaşmış okulda, benim de irtibata geçmemi sağladı. Acayip heyecanlandım, öyle böyle değil. Annemin en sevdiği kızdı Elif, siyah küt saçlı, çok şeker bir kızdı, şimdi nasıldı acaba? İki gece sabaha kadar internette konuştuk Elif’le. Eski günlerden ve arada kaçırdıklarımızdan konuştuk. Facebook diye bir şey varmış, oradan herkesi bulmuş Elif. Heyecanım belki bin kat arttı. Elif’i, Erman’ı, Cem’i, beraber gösteri sunduğum Naz’ı ve diğerlerini görecektim. Hiç zaman kaybetmeden buluştuk. O tertemiz günlere dönecektik.

İlkokul arkadaşlarımla bira içmek değildi aslında yıllarca hayal ettiğim, ama yazık ki büyümüştük. Herkes birbirine yazıyor, gece aynı yatakta yattığım kızla aramızda neler olduğunu merak ediyordu bir diğer arkadaş. Ne olacak ulan, çocukluğumu beraber geçirdiğim arkadaşım o benim, bir nevi kardeşim! Cem, Erman, Yunus Emre, Elif ve Naz’la yeniden görüşüyor olmak güzeldi, hepsi de süper adamlar olmuş. Diğerleri de güzel çocuklardı. Ama zorlama bir şeyler vardı. Teker teker yolda karşılaşsam canım ciğerim olacak insanlarla hep beraber bir araya geldiğimizde bir şeyler eksik kalıyordu. Her şeye rağmen yaşandığına sevindiğim bir geceydi diyebilirim. Gelemeyen arkadaşlarımız vardı ama bir de. Onların ‘’son halini’’ görebilmem için Facebook şifresini verdi arkadaşlardan biri. Bakalım ne olmuş bu adamlar diye oturdum merakla bilgisayar başına. Kimi ortamcı olmuş, barlarda kıllı göğsüyle dans eden resmini koymuş; kimi kafa sallayan metalci... Başka bir tanesini 12 senedir görmemişim ama şimdi ilk memelerini görüyorum, gözüme gözüme sokuyor. Hiç sevinmedim gördüklerime. İki kez görüştüğüm diğer arkadaşlarımla da bir daha buluşmaya can atmıyorum artık, birlikte olduğumuz vakitler güzel geçmiş olsa bile. Şşşt, duyuyor musunuz? Özlememişim olm hiçbirinizi! Anılarımı özlemişim ben. Bugünkü siz hiçbir ekstra anlam ifade etmiyorsunuz bana... Bu anı ilk kez bütün çocukluğumu beraber geçirdiğim mahalle arkadaşım Kubilay, yıllar sonra karşılaştığımızda ‘’Msn'in var mı lan?’’ dediğinde yaşamıştım. Sildim seni Kubi, hemi de engelledim. Artık eskiye dönüş yoktu. Kirlenmiştik.

Modern zamanlarda ilerledikçe işler kötüye gidiyor, kirlenmekten ziyade oluşum aşamasında kirli ortaya çıkıyor birçok şey. Geriye kirlenmemiş temiz anılar ve yaşanmış ya da yaşanmamış olması önem arz etmeyen eski zamanlar kalıyor. Bir duyguyu en iyi yansıtan şarkılar eskiden yazılmış eserlerdir mesela. Amatör ruhla yapılmıştır, samimidir. Belki kaydı bugünkü elektronik zımbırtıların kalitesinde değildir ama zaten o imkansızlığını seversiniz şarkının. En güzel şiirler ve kitaplar bilişim çağından önce yazılanlardır. En güzel filmler gişe kaygısıyla çekilmeyenlerdir. Futbol bile endüstriyelleşmeden önce, renk aşkıyla oynanırken güzeldir. Bir gün gelecek, tüketecek bir şey kalmayınca geçmiş denizini keşfedecek toplum yönlendiricileri. Bir geçmiş vardı sığınılacak, ona da uzatacaklar ellerini. Nostalji yeniden moda olacak. Geçmişe dair değerler tekrardan tüketilmek ve anlamını kaybetmek üzere sırasını beklemekte. Şimdi teker teker oluyor ama belli bir zaman sonra toptan yaşayacağız bu değişimi. Facebook da bunun bir parçası işte. Benim, hem de hiç üye olmadan, gerçekleşmesi pek mümkün olmasa da beklediğim umudumun imkansızlığını yüzüme vuran bir yapay dünya Facebook. Kısacası benim için hayal kırıklığının bir diğer adı Facebook.

Ortamın yapaylığını, kişisel bilgilerin rahatça dökümünü, insanların kendini afişe etmesini, en net tabirle kişinin kendi kendinin reklamını yapıyor olmasını geçtim, bahsetmiyorum bile. Facebook, daha da genelinde internet, yeni bir mecra olduğundan henüz ‘’gerçek’’ hayattaki gibi sınırların oluşmadığı, kendi kuralları olan bir oluşum. Ve bu oluşum bize günlük hayatta insanların toplum tarafından nasıl sınırlandırıldığını, içlerinde kalanları, içinde bulundukları ortama göre nasıl şekil aldıklarını, ne kadar kalın maskeler kullandıklarını ve bu maskeleriyle ne kadar bütünleştiklerini, kısaca bir yalan olduklarını gösteriyor. Benim o memelerini gösteren kızdan bana o pozu vermesini istemem, yahut profiline yazdığı bilgileri sormam halinde neler olacağını tahmin edemiyorum. Ama orada görüyorum işte, burnuma dayamış memelerini, böyle de güzelimdir ben diye arz-ı endâm ediyor. Değilsin be ilkokul arkadaşım, hiç güzel değilsin. Ben yıllarca içimde güzel yaşattım seni ama gördüm ki artık çok çirkinmişsin. O memelerini de çek suratımdan...

20100311

Beşer Coşar: The Monkees

Tüm zamanların en güzel logoya sahip grubunun, en güzel 5 şarkısını seçeyim dedim; başka gruplar ya da sanatçılar için de aynısını yapma ihtimalimi öngörerek başına da saçma sapan kelime oyunlu bir başlık ekledim. Çok kalitesiz oldu biliyorum; olsun. Sadece başlık için konuşuyorum elbet. Kimdir Monkees? "The"lı geçmiş zamanların hayvan isimli gruplarının; Beatles, Byrds misali harf oyunu yapanlar kategorisinden. Bu onları Beatles özentisi yapar mı? Yapmaz. The Byrds öyle değildi mesela. Bu bir akım neticede. Ha ama Monkees yine de Beatles özentisidir, tohumlarında vardır. Peki bu onları kötü grup yapar mı? Yine yapmaz. Onca güzellikleri vardır bu adamların. Beş tanesi aşağıda...

5. (I'm Not Your) Stepping Stone

70'li yılların ikinci yarısında Sex Pistols ile daha geniş kitleler tarafından duyulsa da, ilk olarak 1967'de Monkees tarafından söylenmiş, bir agresif şarkıdır I'm Not Your Stepping Stone. İlk icra eden ise bir yıl önce Paul Revere & The Raiders olmuş, fakat etki alanı Monkees'e oranla çok dar kalan bu grup şarkıyı hak ettiği yere ulaştıramamıştır. Güzel de söylememişler zaten diyerek işin ansiklopedik malumat kısmından sıyrılmış olalım. Yine de son olarak belirtmek gerek ki şarkı, Monkees'in birçok eserinin altında imzası bulunan Boyce and Hart ikilisine ait. Adamlar azmetmiş, oturup şarkılar yazmışlar bir sürü. Bu şarkılar ünlenmiş, e hâliyle kendileri de az buçuk. Direkt medya önünde olmasalar bile bir cemiyete girmişler, statü sahibi olmuşlar... Sonra hangisinin bilinmez, bir sevgilisi olmuş, Avrupa'nın önde gelen takımlarına gitmek isteyen futbolcu misali basamak olarak kullanmış kendisini. Aşk bu tabii, profesyonel hayat değil, planlı hareketleri kaldırmıyor. Basamak tahtası olarak kullanılan amca, derdini ekürisine anlatmış tabii. O sıkıntılı günlerini, onun desteğiyle atlatmaya çalışmış. Ve sonunda oturup beraber bu şarkıyı yazmışlar. Ismarlama da olabilir tabii, bilemiyorum. Türkçe meâli, "Kızım seni ilk tanıdığımda kalçanı kapatacak donun yoktu, şimdi var ama o kalçan öyle havada ki artık hiçbir don kapatamaz, e zaten sen de açıp geziyorsun... Cemiyette yolunu bulmaya çalışıyorsun ama yemezler, hadi bak'im, ben senin atlama tahtan değilim. Hadi naş."

4. The Girl I Left Behind Me

Önce şunu aradan çıkaralım. Bu isimde bir de İrlanda diyarlarından süvari marşı var, ki o da fena değildir. Monkees'e gelince, şunu kabul ederim, Monkees bir piyasa grubudur. Hatta üyeleri saçmasapan adamlar olabilirler. Neticede bu bir proje; Amerikalıların bir Beatles yaratmak için çabaladığı. Grup kurulduğunda çoğu enstrüman çalmayı bile bilmiyordu. Komedi dizisinde oynayacaklar, sonra albümdür vesairedir, yürü ya kulum olacaktı... Ancak inkâr edilemeyecek bir gerçek de şu ki; oldu! Adamların müzikâl deha olmasına gerek kalmadan, hâlihazırdaki dehalardan aldıkları desteklerle arkalarında çok güzel şarkılar bıraktılar.

İşte "The Girl I Left Behind Me"... Bir Neil Sedaka bestesi. Aslında ilk olarak Bobby Vee tarafından söylenmiş. Sonrasında, genellikle eğlenceli müzik yapan Maymunlar, muhtemelen görev bilinciyle araya iki de slow serpiştirelim de duygusal bünyelere de hitap edelim demiş muhtemelen. Kötü mü yapmışlar? Hayır. 60'lı yıllarda ünlenmesine rağmen bir 50'li yıllar şarkıcısından çok da farklı olmayan Bobby Vee'nin yorumu daha bir ağlak... Monkees ise naif, mağrur ama gururlu bir şekilde seslendiriyorum parçayı. Her şeye rağmen coşkulu. Güzel şarkı be...
3. I'm A Believer

Ne kadar güzel şarkılar söylemiş olurlarsa olsunlar, bu Neil Diamond bestesi olmasa bugün bu adamlar hatırlanmazdı. Ben de bir albümlerini tesadüfen ele geçirir, misal Graduate gibi, "Hak ettikleri yere gelememişler." der ve arada sırada dinlerdim. Peki acaba onlar da daha sonra Tears For Fears'ı oluşturan Graduate üyeleri gibi bana hitap etmeyecek başka işlerin içine girer, başarıya ulaşırlar mıydı? Müzik alanında, sanmıyorum. Graduate yetenekliydi. Besteleri vardı. Maymunlar ise oyuncuydu. Herneyse, ihtimaller üzerine konuşmayalım.

Her grubun bir "en birinci" hit şarkısı vardır. I'm A Believer, Monkees'inki. Bugün Türkiye'de reklam cıngılı olabilecek kadar kalıcı olmuş. İz bırakmış. Hak ettiği yere gelmiş. O hâlde bizim üzerinde fazla durmamıza gerek yok...

2. Daydream Believer

İşte bu da "en sonuncu" hit şarkıları. Listelerde birinci sıraya yükselen son Monkees eseri. Yalan yok, bu da hak ettiği ilgiyi görmüş, yine çok uzatmayacağım. Ama ne bileyim, bugün hatırlanmaz. Şunu da anlıyorum, I'm A Believer daha bir vurucu, daha bir "hit". Daha uzun süreli etki bırakması daha doğal. Ama Daydream Believer daha mı güzel sanki ne? Hem neşeli, hem de hüzünlü şarkılar olur ya; bu şarkı onlardan. Ama o hüzün, nereden geldiği belirsiz bir hüzün. Belki o saflık, naiflikten. Çok da ön plana çıkmıyor zaten. John Stewart'ın da en ünlü bestesidir.

1. Valleri

Kahretsin ki yine planlı bir şarkı. Sipariş üzerine yapılmış. Prodüktör, "girl-named song" istiyor, Boyce & Hart yapıyor. O dönem moda tabii. Şarkıyı yolda tamamlıyorlar, dinletmeye giderken. Halbuki görüşme öncesi telefondayken; yaptık, bitti demişler. Gereksiz bilgiler bunlar hepsi. Gerekli olan, şu şarkıyı bir kez olsun dinlemiş olmak. On yılın en güzel parçalarından, net.

Damardan bir flamenko gitar melodisiyle giriş... Sanırsın az sonra Fedon vokali girecek, ya da Selami Şahin, Nejat Alp... Çok zorlarsanız Cengiz Kurtoğlu bile diyebilirim. "Önce bir...kaç damla yaş..." diye bir anda girse o melodinin peşine, kim şaşırır sorarım size... Gel gör ki Davy Jones söylüyor. Antrparantez, Davy Jones derken samimiyetsiz bir tavır takındığımı fark ettim. Bunca yıllık Monkees dinleyicisiyim, Google olmasa adını şanını hatırlamam. Monkees işte, solisti ayrıca belirtmenin ne gereği var? Ancak daha sonra bu yazının devamına konu ve konuk olacak Ray Davies ve Colin Blunstone istisnadır, şimdiden belirteyim.

Son derece basit sözlere eşlik eden eşsiz bir melodi... Valleri budur deyip bitireyim.

20100310

Kuzeyli Ormancılardan Veryansın!


İskandinav Ormancılar Birliği (İOB) yaptığı yazılı bir açıklama ile ülkelerinin en büyük değeri olan ormanlardan halkı soğuttukları gerekçesiyle black metal gruplarını kınadı. Metnin bir kısmı şöyle;

"Ülkelerimizin üretim ve turizm anlamında en büyük değeri ve kaynakları olan ormanlarımızın, bazı müzik kliplerinde milletlerimizin örf ve adetlerine ters gelen eylemlerin odak noktası olarak gösterilmesi, birliğimizi tedirgin etmekte ve ülkelerimizin refahı için huzursuzluk yaratmaktadır. Hükümetlerimizin bu konuda bir girişimde bulunması ve mevcut rahatsızlık veren durumu düzeltmesi en büyük dileğimizdir."

20100308

Allahü Teâlâ Aşkına Saçmalamayın

İnşallah, maşAllah, hatta ALLAH...

Böyle bir şey var. Cümle içinde kullanalım:
* İnşAllah bu sene okulu bitiririm.
* Kızımız da pek hamaratmış, maşAllah.
* Tekrar sevmek mi, ALLAH korusun!

Şimdi, hepimizin gözümüze çarpmıştır da doğruya doğru, önemsememişizdir. Durum çok vahim aslında. Allah'ın "a"sını büyük harfle yazmazsa günaha gireceğini düşünen insanlar var. Adam ölünce cehenneme gidiyor, karşısında ona "Adımı küçük harfle yazmışsın, cehennemde yanacaksın. Nihaa!" diyen biri; bu mudur inandığı? Evet imlâ kuralları ilk harfi büyük yazmayı gerektiriyor, ama yukarıdaki örnekler bununla bir tutulamaz. Hangi imlâ, kelimenin ortasındaki harfi büyük yazmayı gerektirir? "inşAllah" ne kardeşim? Koskoca Allah'a tribün grubu muamelesi yapmanın alemi yok. Ya da bütün harfler büyük olunca O'nun büyüklüğüne mi vurguda bulunuluyor diyeceğim; e o zaman da font'u ∞ yapmak lazım gelmez mi? Kendi adını osman diye yazan adam, Allah'ın adını niye büyük yazar? Kendine saygısı olmayan adama, Allah'ın saygısı olur mu? Böyle cevapsız sorular mevcut kafamda; neden?

İki sene öncesine dönüyorum. Semih, bir yerlerde "Allahtan yemekte idim." yazıyor. O "-idim"in ayrı yazılmasındaki gereksiz ve saçma tavır bir yana, biri çıkıyor diyor ki, "Allahtan nedir bilader? Çok mu zor be kardeşim, oraya bir kesme imi koymak? Yemekte olmasan ne yapacaktın?" Semih'in cevabıyla bitirelim:

"Allah'tan ve Allahtan kelimelerinin farklı anlamlar taşıdığını düşündüğümden öyle yazdım.

Misal,

- Allah'tan başka tanrı yoktur...

- Allahtan kombinemi almışım, yoksa dımdızlak kalacaktım...

İkinci örnekte sizin dediğiniz gibi kesme işareti koyarsam eğer, abes ile iştigal olmaz mı?

Allah'tan kombine alınır mı? Dünyevi işler ile manevi işler birbirine karıştırılır mı?

Bu konuda fetvanız nedir sayın hocam?

Yemekte olmasam ne yapacaktım,

Allah'tan sabır dileyecektim o satırları okuduğum için.

Sevgiler."

Tabii Semih dost bunları bilimum imlâ hatasıyla yazmış o vakitlerde, düzeltmek bana düştü; allahtan sonradan geliştirdi kendini. Hey gidi...

20100307

Beyler

Bir el atalım lan şuraya. Hadi şimdi, zamanı geldi!

Kemal sen de metalika falan yazma, delirtme beni. Ben Ata, gelirim. Gelirim bak.

Şimdi yapmanız gereken belli. Emir büyük yerden. Siz benim kim olduğumu biliyor musunuz? Aahahah.